30 Ocak 2008 Çarşamba

Köroğlu Destanı

Köroğlu, Köroğlu’nun ‘’ Hey hey benden selam olsun Bolu beyine……’’ diye başlayan pervasız haykırışı ve haksızlığa zulme başkaldırışı anlatan hikayesi şöyledir.

Bolu beyi bir at meraklısıdır.Seyisi olan Yusuf’u güzel ve cins bir at aramaya gönderir.Yusuf ileride mükemmel bir at olacağına inandığı gösterişsiz bir tay bulup getirir.Bolu beyi tayı beğenmez ve Yusuf’un gözlerine mil çektirerek yanından kovar. Gözleri kör olan Yusuf, Dörtdivan ilçesindeki Yukarısayık köyüne döner ve olanları oğluna anlatır. Oğlu Ruşen Ali babasının intikamını almak için dağa çıkar.Ruşen Ali ‘’KÖROĞLU’’ diye anılacak, babasının öcünü almak, zalimliklerinin hesabını sormak için Çamlıbele otağ kuracaktır.Yurdun dört bir yanına kadar dağılan mücadeleler ile Köroğlu zalimlerin korkulu rüyası haline gelecektir. Köroğlu’nun mücadelesi’’ Delikli demir’’ icat olupta ’’mertlik bozuluncaya ‘’ kadar sürer. Sonuçta her halk kahramanında olduğu gibi Köroğlu da fani dünyadan göçer. Gönüllere girerek dilden dile anlatılan bir efsane haline, destan haline gelir.

Köroğlu , 1997 yılından itibaren ‘’Köroğlu Kültür ve Turizm Etkinlikleri’’

adı altında Dörtdivan İlçemizde düzenlenen etkinliklerle anılmaktadır.

Bu anma günleri her yıl ekim ayında 3 günlük programlarla gerçekleştirilmektedir.

Benden selam olsun Bolu beyine

Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır.

At kişnemesinden, kargı sesinden

Dağlar seda verip, seslenmelidir.



Asker geldi , sıra sıra dizildi

Alnımıza kara yazı, yazıldı.

Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu.

Eğri kılıç kında, paslanmalıdır.



Köroğlu düşermi acep şanından

Çoğunu ayırır , er meydanından

Kır at köpüğünden, düşman kanından

Çevrem dolup, Şalvar ıslanmalıdır.

Danişmend Gazi Destanı

Danişmendname Anadolu’nun Müslüman-Türklerin hakimiyetine girmesi hakkında yazılmış halk destanı. Danişmend Gazi ve Melik Gazi’nin kahramanlıklarını, gazalarını anlatan, Battalname tarzında yazılmış olan Danişmendname’nin ne zaman ve kimin tarafından yazıldığı kesin olarak bilinmemektedir.

Eser ilkönce Anadolu Selçuklu Sultanı İkinci İzzeddin Keykavus’un emriyle İbn-i Ala tarafından derlendi. İbn-i Ala halk arasındaki rivayetlerin doğrularını toplayıp, Danişmendname’yi yazdı. Hikaye edilen vak’alarla adı geçen kahramanların tarihten alınmış olması ve coğrafi isimlerin Anadolu’ya uygunluğu, eserin Türk edebiyatında uzun süre tarih kitabı gibi kabul edilmesine sebeb oldu. Osmanlı Hükümdarı Sultan İkinci Murad’ın emriyle Tokat Dizdarı arif Ali, Danişmendname’yi Türkçe olarak aralarında manzum parçaların da bulunduğu bir nesir diliyle 17 bölüm halinde yazdı.

Danişmendname’nin konusu özetle şöyledir: Peygamber efendimizin hicretinden 360 sene sonra, Battal Gazinin torunlarından Melik Ahmed Danişmend, halifeden izin alarak, birçok beyle birlikte Anadolu’da fetihlere başlar. Uzun bir zamandır harab olan Sivas’ı mamur hale getirerek buraya yerleşir. Burada mücahidleri ikiye ayırır. Turasan idaresindeki mücahidler İstanbul üzerine giderler. Fakat Alemdağ önlerinde şehid olurlar. Melik Ahmed Danişmend ise Sivas’tan Karadeniz’e kadar olan bölgeyi fethetmeyi kararlaştırır. Artuhi isminde bir Hıristiyanın Müslüman olmasına vesile olur ve onu yanından ayırmaz. Tokat, Zile, Amasya, Çorum ve Niksar bölgelerini fethederek halkı Müslüman olmaya davet eder.

Halkın büyük bir kısmı İslamiyeti seve seve kabul eder. Ancak bir müddet sonra Niksarlılar dinden çıkarak bölgedeki birçok Müslümanı öldürürler. Danişmend Gazi, Niksar’ı tekrar alarak Canik’e doğru yola çıkar. Fakat yolda pusuya düşürülerek şehid edilir. Vasiyeti üzerine Niksar Kalesi karşısında bir yere defnedilir.

Danişmend Gazinin şehid edilmesinden sonra Hıristiyanlar kaybettikleri yerleri tekrar alırlar. Danişmend Gazinin oğlu Melik Gazi Bağdat’a giderek halifenin huzuruna çıkar. Babasının fethettiği yerleri Hıristiyanlardan tekrar alır. Niksar’a babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırır. Melik Gazinin fetihlerini Anadolu Selçukluları hakimiyetine bağlayan destanda olaylar birbiri arkasına devam ettirilerek anlatılır.

Battalname’nin bir devamı olarak kabul edilen bu eserde münacaatlar, Allah’a sığınıp yardım dilekleri, Hızır aleyhisselamın görünüp yaraları iyileştirmesi, bazı Hıristiyanların rüyalarında Peygamber efendimizi görerek Müslüman olmaları, kimi Hıristiyan kızlarının mücahidlerle evlenmeleri gibi dini motifler yanında tarihi ve efsanevi unsurlar da çoktur. Eserin son bölümü bir sonsözden ibarettir. Yazar burada dünyanın faniliğinden bahsederken dini ve ahlaki nasihatler verir. Danişmendname’de tarihi, masallaştıran ve pekçok vak’a için yanında tarihe ışık tutan parçalar da vardır. Eserde gazalara kimlerin hangi sıra ile katıldıkları belirtilmekte, özellikle başı açık, yalın ayak harb eden dervişlerin küffar ile yapılacak gazaya yürüyüşleri hakkında bilgi verilmektedir.

Danişmendname’nin kahramanı olan Melik Danişmend Gazi, Battal Gaziye benzeyen bir kişi olup, bilgili, dindar ve usta bir kumandandır. Bir kılıç darbesiyle, düşman askerinin başını ve vücudunu oturduğu atın eğer kayışına kadar ikiye böler. Muharebe esnasında attığı naralarla koca bir orduyu dağıtır.

Halk şairleri tarafından bu tür eserlerin nazmında çok kullanılan “Mefailün mefailün faulün” vezninde ve o devir halkının kolay anlayabileceği dille söylemiş ve yazılmış olan Danişmendname, tarihçiler için kaynak eserlerden sayılmıştır. Osmanlı tarihçileri devirlerinin tarih zevkine uygun buldukları bu eserden bir tarih kaynağı olarak faydalandılar. On beşinci yüzyılda yaşayan arif Ali yazdığı Danişmendliler tarihini anlatan Mirkat-ül-Cihad adlı eserinde Danişmendname’den çok faydalandı. Anadolu’da birçok yazması bulunan eserin bir nüshası da Paris Milli Kütüphanesindedir. İstanbul’da Millet Kütüphanesi Ali Emiri Bölümü ile Belediye (İnkılap) Kütüphanesi Muallim Cevdet Bölümü nde birer nüshası daha vardır. Eser, 1960 senesinde batı dillerine tercüme edilerek La Geste de Melik Danişmend, Etude Critique Danişmendname adı altında yayınlandı. Eser üzerinde son ilmi çalışma İréne Melikof tarafından yapılmış ve La Geste Melik Danişmend Tome I, Edition Critique Tome II adı ile iki cilt halinde yayımlanmıştır.

Seyid Battal Gazi Destanı

M. S. 395 yılında Roma'nın ikiye bölünmesiyle, Frigya, Bizans toprakları bölümünde kalmıştır. Eskişehir ve çevresindeki şehirler, bu dönemde eski önemlerini yitirmişlerdir. Sadece Pressinus ticaret yolu üzerinde bulunan Dorlion Kaplıcaları varlıklarını sürdürebilmiştir. Bizans topraklarını istila eden Arap orduları , Eskişehir yakınlarına kadar gelmişlerdir. 708 yılında Abbas Bin Velid ve 778 yılında Masan Bin Kataba burayı işgal etmiştir.

7. yy.'ın sonundan, 10. yy.'ın sonuna dek 300 yıl süren Bizans-Arap Savaşları bazı efsane ve destanların doğmasına neden olmuştur. Bunlardan en önemlisi Seyit Battal Gazi Destanı'dır. Seyit Battal Gazi Destanı'nın Bizanslılarca uyarlanmış şekli "Digenis Akritas"destanıdır.

Efsaneye göre Seyit Battal Gazi, Abbasi Halifeleri Mutasım ve Vathig zamanında yaşamıştır. Fakat dünyaya geleceği, Hz. Muhammed'e ölümünden önce Cebrail tarafından haber verilmiştir. Bu yüzden peygamberin bir adamı mağarada saklanarak 200 yıl bekler. Peygamberin sözünü yerine getirir ve Seyit Gazi'nin atı Aşkar Divzade'yi kendisine verir.

Başka bir efsaneye göre: Seyit Gazi'nin babası Malatya Sultanı'nın ordusunda kumandandır. Rumlar'a karşı yaptığı bir savaşta ölür. Seyit Battal on üç yaşına geldiğinde bütün İslam bilimlerini öğrenmiştir. Kılıç kullanmakta ve ata binmekte üstüne yoktur. Babasının intikamını almak üzere yola çıkar ve yirmi dört saat içinde düşman ordusunun kumandanını, kardeşini ve belli başlı on dört kumandanı daha öldürür. Hint'ten, Mağrib'e, zaferden zafere koşar ve yedi deniz ötesine kadar adı korku saçar.

Tanrı ona aynı zamanda doğa üstü güçler vermişti. Öyle bir sesi vardı ki, savaş meydanında bir kükredi mi yetmiş iki bin kâfir darmadağın olurdu.

Bir rivayete göre bir Rum Kalesi 'nin kumandanının kızı, Seyit Battal'a aşıktır. Bu kalenin kuşatılması sırasında bir gün Battal kırda uyurken, kumandanın kızı kaleden bakar ve babasına imparator tarafından gönderilen yardımı görür. Seyit Battal'ı uyandırmak üzere kâğıda birkaç satır yazar, bir taşa sarıp atar. Bu küçücük taş, kahramanın tam kalbine rastlar ve onu hemen öldürür. Bu kazada Allah'ın iradesi kendini göstermiştir. Yoksa bu kadar olağanüstü güçleri olan bir kahramanın, hiçbir düşman tarafından yenilmesi mümkün değildir.

Antik Çağ'da Nakoleia adıyla anılan Seyitgazi, o dönemde önemli bir kent durumundadır. Ancak Hristiyanlık Çağı'nda, kent eski gücünü yitirir ve Synnada Metropollüğü'ne bağlanır. 198 yılında ise tekrar "Metropollüğe" yükselir. 9. yy/dan sonra artık Nepoleia adına rastlanmaz. Bu arada Bizans eyaletlerine yayılan Selçuklular, 1074 yılında Frigya sınırına kadar gelirler. Daha sonra arka arkaya gelen akınlar nedeniyle Napoleia önemini kaybeder. Haçlıların 1079'da Napoliea üstünden, Anadolu'nun içlerine kadar girdikleri rivayet edilir.

Timur ve Edige Destanları

AKSAK TıMUR DESTANI HAKKINDAKI KISIM
şimdi Hazreti Aksak Timur Neslinden Bahsedelim
Hindistan şehrinde Cengiz Han'ın oğlu Jaday
Han hanlık eder idi.
Günlerden bir gün yatıyordu. Kötü bir rüya
gördü. Korkup, sıçrayıp uyandı. Bir müddet kaldı. Falcıları,
rüya tabircilerini topladı. Dalağına baktırdı,
anlattı.
Falcılar, rüya tabircileri söylediler: "Ey
Hanım! Dalağında öyle görünür ki, kendi ülkende,
Almalık denilen köyde, bir kişiden korkunuz vardır. O
kişi, kırkıcı oğlu, kazancı oğlu, tavukçu oğlu, Taragay
denilen kişidir." dediler. "O Taragay'ın izi, nişanı odur
ki, alnında beni var, sol gözünde akı vardır. O Taragay'ın
hatunu hamiledir. Onun karnındaki çocuğundan ecelin,
ölümün var",dediler.
O ahmak kaderi tedbir ile bozmak istedi.
Allah'ın takdiri nasıl bozulur. Ondan sonra konuştular.
"Bu hatunu öldürelim", diye "Karnını yaralım", dediler.
Han söyledi: "Bu hatunun karnındaki çocuğunu
öldürürseniz, o çocuğu çabuk öldürü! Anası ölmesin!",
dedi.
Ondan sonra o hatunu diz çöktürdüler, aklı
başından gitti, ölecekti.
Ondan birkaç gün sonra o zavallı diz çöktürülüp
eğilen kadının gözü parladı, bir erkek evlat
doğurdu. O oğlanı alıp baktıklarında, bir ayağı topal
idi. şöyle dediler: "Böyle eziyetten ölmedin, kurtulup
doğdun, canın demir imiş", dediler. O oğlanın adını bu
sebepten dolayı Aksak Timur koydular.
Aksak Timur'un babası, anası öldü. Yetim kaldı.
Büyütmek ve bakmak için hiç kimse kalmadı. Sonraları
kendisi yürümeye başlayıp yiğit olduktan sonra, dışarı
çıkıp altı yedi oğlan çocuk ile birleşip, her gün buzağı
otlatırlardı.

Cengiz-Name

On üçüncü yüz yıl ortalarına doğru teşekkül etmeğe başlamıştır. En eski Oğuz ve Uygur soyuna ait bir kısım destanımsı söylentilerin, daha sonra diğer Türk Boyları arasında anlatılıp genişlemesi ve bunlara yapılan ilaveler, bilinen Cengiz Han Destanının esasını teşkil etmektedir.

Daha doğrusu Cengiz Han Destanı, aslı bu söylentiler olan ve sonradan Cengiz Han' ın şahsiyeti ve adı etrafında toplanıp geliştirilen yakıştırma bir destan görünüşündedir.

Cengiz Han Destanını anlatan eserler, Cengizname adını taşır. Tıpkı Oğuz Han Destanını anlatan eserlere Oğuzname denildiği gibi. Moğol, Türk ve İslami motifleri işleyişleri bakımından Cengiz Han Destanı üç ayrı rivayet halindedir.




Türk rivayetlerinin işlediği bütün motifler, daha önce de belirttiğimiz gibi eski Türk Destanlarının motiflerine benzer. İslami rivayetiyle Cengiz Han Destanı, bir İslam mücahidin destanı gibidir. Moğol rivayetinde ise Cengiz Han' ı bir Moğol bahadırı olarak görürüz.

Cengiz Han, baba tarafından Oğuz Han' a dayanmaktadır; ana soyundan da Altın Han' a varmaktadır. Altın HaN Akdeniz' de, Malta' da hüküm sürmektedir. Çok güzel bir kızı vardır. Altın Han, dillere destan olan bu çok güzel kızını, güneş yüzü görmeyen, hiç bir yanından iç tarafına hiç bir ışık sızdırmayan bie saraya kapatıp gözlerden ırak tutmaktadır. Günlerden bir gün, bütün dikkatlere rağmen gün ışığı Altın Han' ın güzel kızını bulur. Kızın, bu gün ışığından bir çocuğu olacağını anlayan Altın Han utancını ve yüz karasını kimseye göstermemek için kızını, kırk cariye ile birlikte bir gemiye koyar denize salar.

Gemiye, denizde bir kahraman rastlar. Bu kahramanın adı Tumavi Mergendir. Altın Han' ın kızını görür görmez beğenir, alır. Kızın bir oğlu olur. Adını Dobun Bayan koyarlar.

Altın Han' ın kızının, tumavi Mergen' den de çocukları olur. Bunları da, Bilgidey ve Büdenedey diye çağırırlar.

Dobun Bayan büyür, evlenecek çağa gelir; evlendirirler. Alanguva adında bir güzel kız alırlar. Dobun Bayan' ın, Alanguva' dan üç oğlu olur. Bundan sonra Dobun Bayan ölür.

Dobun Bayan' ın ölümünden bir müddet sonra, Onun bir nur halinde yeniden dünyaya döndüğü anlaşılır. Bu nur halinde dönüşten sonra, yine Alanguvan' ın kocası olmuştur ve Alanguva bir erkek çocuk daha doğurmuştur. Bu çocuğun adını Cengiz koyarlar.

Cengiz doğunca, ruhu nur halinde dünyaya dönmüş olan dobun Bayan, kurt halinde dünyayı bir daha terkeder.

Fakat, en çok kardeşleri, Cengiz' in hem nurdan doğmuş olduğuna hem de kendi kardeşleri olduğuna bir türlü inanmak istemezler. Kardeşlerine türlü eziyetler ederler. Fakat halk ötekilerden çok Cengiz' i sevmektedir.

Bir gün Cengiz kardeşlerinden kurtulmak için kaçar, dağda yaşamağa başlar. Türk boyları, aralarında temsilciler seçerek cengiz' e gönderirler ve yaşamakta olduğu dağda Cengiz' i bulup kendilerine Han seçerler.

Cengiz Han, bütün ömrünü yurduna ve milletine verir; çalışıp didinir, dünyanın en büyük ve en sağlam devletlerinden birini kurar. Sonunda bu devleti çocukları arasında taksim ederek ölür.

Cengiz Han Destanının İslami rivayeti:

Bu rivayete göre Cengiz' in bir adı da Timuçin' dir. Doğacağını çok önceden kahinler haber vermişlerdir. Doğduğu zaman da , babası, Tatar Hanlarından Timuçin' i mağlup etmiştir. Bu yüzden doğan oğlunun adını Çimuçin (Timuçin) koyar.

Tıpkı Davut Peygamber gibi Timuçin de on yedi yaşına kadar çobanlık yapıp, dağda bayırda sürüsünü otlatır. Babası ölünce de, halk, Timuçin' in kendilerine Han olmasını isterler. Zaten Timuçin' in Han olarak seçilmesini Tanrı da buyurmuştur.

Eyliyalardan Abız gelerek Timuçin' e Cengiz adını vermiş ve bütün dünyayı fethedip efendisi olacağını muştulamıştır. Bu sırada bir kuş ötmeğe başlamış ve öterken: "Cengiz!.. Cengiz!.." diye haykırmıştır.

Bunun üzerine Hanlığı kabul eden Cengiz evliyanın dediklerini doğrulamıştır.

Manas



ER MANAS DESTANI



Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasında mücâdeleleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanının dokuzuncu yüzyılda, Kırgızların Yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları sırada oluşmuş olduğunu ileri süren ilim adamları da vardır.


Manas'ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beğinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz.


Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür.


Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.


Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya geçirerek 1885te yayınlamıştır.


Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas'ın oğlu Semetay, Manas'ın torunu Seytek, Colay ve Töştük'ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manaş'çıdan derlendiği sanılmaktadır.


Destanın bölümlerine göre özeti:


1) Yeditör adını taşıyan yerde Boyun Han oturmaktadır. Boyun Hanın oğlu Kara Han ve onun oğlu Çakıp Han (Yakûp Han) adıyla anılır. Çakıp Han, Alma Ata ırmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde yerleşmiştir; Çakıp Han'ın hiç çocuğu yoktur. Bir gün Tanrıdan bir oğlan çocuk ister, onun yiğitler yiğidi olmasını diler. Tanrının izni ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban eder. Dört Peygamber gelip çocuğa ad kor, adına Manas, der.


Manas dile gelir, babasına: "Ben İslâm yolunu açacağım, inanmayanların malını yağmalayacağım" deyince Çakıp Han, çok eski arkadaşı olan Bakaya haber gönderir çağırır. Baka gelince Manas'ın söylediklerini Ona nakleder, bu söz üzerine Baka: "Pek güzel söz" der: "Hemen atlanalım, Çin'e akın edelim, Pekin yolunu bozalım!"


Dediği gibi yaptılar.


Çakıp Han'ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört yaşına basınca Hân Evini basıp yıktı, Hân oldu. Kâşgar'dan bütün Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Turfandaki Çinlileri sürdü, Aksu'ya attı.


2) Kalmuk Han'ın oğlu Almambet'in Müslüman oluşu, Er Kökçe'ye sığınışı, Er Kökçe'den de ayrılıp Manasa gelişini anlatır:


Yerin yer suyun su olduğu çağda... altı atanın oğlu gavur, üç atanın oğlu Müslüman idi. O zaman Kara Han'ın oğlu Amambet doğdu, hemen büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını Müslüman olmadığı için öldürdü, kaçıp geldi müslüman beylerinden Er Kökçe'ye sığındı. Er Kökçe'nin kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu'ya, Almambet'e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp yaydılar. Bu yüzden Almambet ile er Kökçe Bey'in arası bozuldu.

Almambet kalkıp Manas'ın Bey evine geldi.


Manas da Almambet'i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas, Almambet'i çok sevdi.


3) Manas ile Er Kökçe'nin savaşmasını anlatır:

Manas'ın çerileri Er Kökçe'nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe yenilir. Ardından Çakıp Han, oğlu Manas'ı evlendirmek ister. Kız aramağa başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey'in, Manas'a uygun bir evdeş olduğunu sağlık verirler. Temir Han da kızını Manas'a vermek istemektedir. Fakat Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas'ı zehirler Manas ölür. Manas'ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felâkete düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar; Manas'ın canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakarırlar. Manas'ın kırk yiğidi vardır ama hepsi de beğlerini unuturlar. Tanrı, Manas'ın hayvanlarının bu bağlılığı karşısında onların duasını kabul eder; Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve töresine hizmet eder.


4) Kökütey Han'ın yas törenini anlatır:


Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar. Ardından da ölür. Kökütey Han'ın ölümü üzerine komşu milletlerden yas töreni için çağırılanlar olur; herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni yapılır. Törenin biteceğine yakın konuklar arasında bir kavga başlar, sonu savaşa varır. Manas ile Müslüman olmayan Colay Han arasında süren savaş uzayıp gider.


5) Göz Kaman'ı anlatır:


Çakıp Han'ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğolistan'a götürülüp orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman Moğolistan'da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla evlendirilir; beş oğlu olur; bir gün oğullan ile birlikte asıl yurduna döner. Kalmukça konuşmaktadır.


Manas, hem amcasını hiç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder: yakalayıp zincire vurur. Bunları yaptıktan sonra böyle bir amcası olup olmadığını anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas'ın annesi ile karısı da Göz Kaman'dan hoşlanmamışlar hele Kalmukça konuşmasını büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Çakıp Hanın buyruğunu hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğullan için büyük bir şölen verir. Fakat Göz Kaman'ın oğullan bu şölende bir kavga çıkarıp Manas'ı döverler.


Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğullan Kalmukça bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz'ü Kalmuklara casus olarak gönderir. Gökçegöz Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas'a ihanet eder. Manas bunun üzerine Almambet'i gönderir. Almambet'in yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır, dönerken yarı yolda Gökçegöz ile karşılaşırlar Gökçegöz Manas'ı, kırk yiğidi ile birlikte zehirler. Kırk yiğit ölür. Manas'ı, karısı Kanıkey kurtarır. Mekke'den erenler gelir, Kanıkey'e yardım ederler.
Manas iyi olur olmaz Mekke'ye gider; dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini sağlar. "

6) Semetey'in doğumunu anlatır.


Manas artık ihtiyarlamıştır.


Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır.


Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder.


Ve Manas ölür.


Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur.


Çakıp Han Kanıkey'e haber göndererek Manas'ın kırk yiğidinden biri olan Abeke'ye Onu beğenmezse Köbeş'e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey'in doğumu yakındır:


- Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa evlenmek şöyle dursun ne Abeke'nin suratına ne de Köbeş'in yüzüne bakarım, diye cevabını gönderir.


Kanıkey'in bir oğlu olur. Dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler Kanıkey'in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp babası Temir Han'ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker, başına gelmedik kalmaz". Sonunda Temir Hanın ülkesine varır, Bey Evine ulaşır.


Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad bulup da koyamaz. Ansızın, nerden geldiği bilinmeyen aksakallı bir ihtiyar görünür, uzun uzun dualar eder; Temir Han'ın torununa Semetey adını verir.


Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:


-Baka'ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tenbih eder.


Semetey, baba ocağına döner. Çakıp Han sağdır; torunu Semetey'in, annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını sanarak korkar. Bu yüzden Semetey'i zehirlemeğe karar verir. Kararını uygulayacağı sırada durumu öğrenen Semetey hem Cakıp Hanı, hem de Abeke ve Köbeş'i öldürür.


7) Semetey'in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır:


Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta kalan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki:


- Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek!


Bu sözden sonra sefere çıkar.


Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:


- Bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışına ulaştı. Biz, bu Semetey'in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna hizmet edeceğiz, ihtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar hâlimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler.


Semetey'in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.


Semetey, babasından kalma kırk yiğidin ardından yetişip onlara tatlı söz söyledi, alttan alıp yalvardı.


Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür.


Bu arada, Acubey ile Almambet'in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir.

Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır.


Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey'e hizmet etmeğe başlarlar. Bir gün gelir, Semetey, Kançura ile Külçura'ya, Akın Han'm kızı Ay Çürek'i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han'ın ülkesine sefere çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar, Ay Çürek'i kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek'in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe oğlu Ümetey dîye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek'in kaçırılışını kendisine yediremez. O da karşılık olarak Semetey'in sürülerini yağmalar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar. Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey, Kökçe oğlu Ümetey'e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu kabul eder.


Ümetey'le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere çıkmak için hazırlandığı sırada bir düş görür. Düşünü karısı Ay Çürek'e anlatır. Ay Çürek düşü yorumlayıp:


- Sen bu sefere çıkma, der. Çıkarsan başına bir felâket gelecek.


Fakat Semetey inatçıdır. Boş sözlere kulak asacak türden değildir. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:


- Düş dediğin şey saçmalıktır!., diye karşılık verdi.


Böyle demesine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babasının ruhuna en iyi kısraklarından birini kurban eder. Arkasından Er Kıyas'ın ülkesine akın başlar.


Akının en kızışmış zamanında Almambet'in oğlu Kançura, Semetey'e ihanet eder ve onu yakalayıp Er Kıyas'a götürür. Semetey'e ihanet etmeyen Külçura'yı da köle olarak kullanırlar.


Bu sırada Ay Çürek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan çocuğu doğurduğunu duyan Er Kıyas, çocuğu yaşatmak istemez. Öldürtmeğe çalışır. Oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası korkutur:


- Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın Han'a şikâyet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım, der.


Er Kıyas korktuğu için çocuğu öldürtmeyip kendine evlât edinerek yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o gelir, Ay

Çürek'in oğluna Seytek adını verir.


Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura'yı koruyup kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek baba yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet'in oğlu Kançura, Seytek'in baba yurduna Bey olmuştur. Üstelik Seytek'in babaannesi Kanıkey'e koyun güttürüp çobanlık yaptırmış, işkence etmiştir.


Durumu görüp öğrenen Külçura, Kançura'yı yakalar ve Kanıkey de onu öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise Taşkent'ten Talasa kadar yayılan geniş ülkeleri yönetimi altına alıp oraların Hanı olur.

Satuk Buğra Han Destanı

Büyük Türk İmparatorluğunu, 840 yılından itibaren devralmağa başlayan Karahanlıların 1212 (1240) yıllarına kadar devam eden hanedanlığı esnasında en önemli ve muhakkak ki dünya tarihinin seyrini değiştiren büyük hadise Türklerin İslam dinini kabul etmiş olmasıdır.

940 yılı civarında Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han zamanında vuku bulan bbu dünya çapındaki hadise, dünya üzerindeki büyük tesiri dercesinde Karahanlılar arasında da destani bir havaya bürünmüş ve Satuk Buğra Han etrafına gelişen bir destan meydana gelmiştir.

Türklerin İslam Dinini kabul edişleri ilahi bir ilhama bağlamaya çalışan Satuk Buğra Han Destanının çok kısa bir zamanda geliştiği, islamiyetten önceki Türk Destanlarından da aldığı ana motiflerle daha da zenginleşerek tesbit edilen yazılı şekle geldiği söylenebilir.


Aynı zamanda bu gün bile Kaşgar yakınlarındaki Artuç kasabasında bulunan mezarı bir ziyaretgah mahalli olan Satuk Buğra hayatını, destani bir hava içinde anlatan Satuk Buğra Han Destanı Tezkire-i Buğra Han adlı bir eserde kayıtlıdır. Bu eserin muhtelif el yazmaları vardır.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Miraç esnasında, diğer bütün peygamberleri de görür. Aralarından birini tanıyamanz ve Cebrail Aleyhisselelama o zatın kim olduğunu sorar. Cebrail de:

-Bu zat Peygamber değildir, der. Bu zat, sizin ruhunuzu Ulu Tanrıya emanet ettiğiniz günden üç yıl sonra yer yüzüne inecek ve sizin dininizi Türkistan da yayacaktır.

Cebrail Aleyhisselamın bu cevabı üzerine hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmiş ve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun görünmesini arzulamıştı.

Hazreti Muhammed' in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han' ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi.

Yıllar geçtikten sonra, Kaşgar Hükümdarının bir oğlu dünyaya geldi. Adını Buğra Han koydular. Buğra Han' ın doğduğu gün büyük zelzeler oldu. Su kaynakları kurudu. Buğra Han' ın büyüdüğü zaman müslüman olacağını falcılar anladılar. Bunun üzerine de onun öldürülmesini sağlık verdiler. Fakat annesi oğluna kol kanat gerdi; falcıların yalan söylediğini iddia etti. Şayet bir gün gelir falcıların dediği çıkar ve Buğra Han büyüdüğü zaman müslüman olursa, onun o gün öldürülmesini istedi. Böylece de oğlunun öldürülmesini önlemiş oldu.

Satuk Buğra Han, on iki yaşına gelince kırk arkadaşı ile birlikte ava çıktı. Bir tavşanı kovalamağa başladı. tavşanı kovalamağa o kadar dalmıştı ki arkadaşalarından ayrıldığını farketmedi.

Tavşanı bir müddet kovalayan Satuk Buğra Han, bir müddet sonra hayvanın şekil değiştirdiğini hayretle gördü. Gerçekten de kovaladığı tavşan bir ihtiyar adam kılığına girmişti. Satuk Buğra Han bu zatın Hızır Aleyhisselam olduğunu anladı ve onun verdiği dini nasihatları ve öğütleri can kulağı ile dinledi.

Bundan bir müddet sonra, zamanı gelince Satuk Buğra Han' ın babası öldü. O zamanki Türk adetlerine göre annesi de, Satuk Buğra Han' ın amcası ile evlendi. Fakat bir gece Buğra Han amcasını İslam dinine davet etti. Amcası kabul etmedi. Bunun üzerine yer yarıldı ve yarılan yere Buğra Han' ın amcası gömülüp kayboldu. Amcasının bu şekilde ölmesi Satuk Buğra Han' ın hükümdar olması demekti çünkü tahta geçecek başka bir kimsesi yoktu. Ve Satuk Buğra Han hükümdar oldu.

Hükümdar olur olmaz da Türk Ülkesinde İslamiyeti yaymağa başladı. Bütün savaşları kazanıyordu. Savaşlarda ağzından çıkan ateşler bütün kafirleri yakıyordu. Kılıcını düşmana çevirince kılıcı kırk adım birden uzuyordu. Bu yüzden bu kılıcın korkusu dört bir yanı doldurmuş, düşmanlarını sindirmişti. Öyleki, Satuk Buğra Han doksan yaşına geldiği zaman ülkedeki bütün Türkler müslüman olmuştu. Amuderya kıyılarından güneyde Kış Kezek taraflarına ve kuzeyde Karakum' a kadar yayılan olanlarda herkes islam dinine girmişti. Bu da yetmeyince Çin ile savaşıp İslamiyeti oraya kadar yaydı.

Ondan sonra Satuk Buğra Han ilahi bir emir aldı. Bu emre uyarak Kaşgara döndü ve orada öldü. Dört kızı vardı. Bunlardan ikincisinin adı Alanur idi. Alanur bir gün evinin önünde gördüğü bir arslandan korkarak bayıldı. Ayıldığı zaman bir çocuğu olduğunu anladı. Doğan çocuğa Ali adını verdiler Hazreti Ali gibi Allah' ın Arslanı olduğundan bu adı verdiler.

(Satuk Buğra Han destanının, Buğra Han' ın kızı Alanur' un gebe kalması, değişik bir, el yazmasına göre de: Cebrail' in getirdiği bir ışığın Alanur' un ağzına akması sonucudur. Bu bir damla ışıktan doğan Alanur' un oğlu, Hazreti Ali gibi bir Allah' ın Arslanı olduğundan, Seyyid Ali Arslan Han adını almıştır.

Göç Destanı

Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce belirtildiği üzere, Türeyiş Destanının bir uzantısı gibidir. Bugün, Orhun nehri kıyısında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu -Balık denildiği sanılmaktadır. Büyük Uygur Destam'nın son bölümü diye kabul edebileceğimiz Göç Destanı, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün görülebilecek şekilde duran yazıtlarda yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun ileri sürmektedir. Yine Hüseyin Namık Orkun'un belirttiğine göre bu yazıtlar, Moğol Hânı Öğüdey zamanında Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.


Göç Destanının Çin ve Iran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş hâlinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Iran kaynaklarındaki söyleyiş, daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda Iran söyleyişi, Türklerin Maniheizm'i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir. Aşağıda özetlenmiş olan söyleyiş Cüveynî'nin Tarib-i Cihanküşa adlı eserinde yazılıdır, bu söyleyişe göre, destanda sözü geçen iki ağacın, Maniheizm'in kurucusu Mani'nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuad Köprülü ileri sürmektedir.


Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı:


Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.


Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!


Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.


Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular.


Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.


Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.


Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.


Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.


Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:


- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.


Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.


Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.


Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.


Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:


- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.

Yürekler dayanmazdı.


Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.


İran kaynaklarına göre Göç Destanı:


Destanın Buğu Tekin'in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han'a haber vermektedirler.


Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür, Ve her gece Peri kızı, Buğu Han'ın düşünde onunla konuşur, danışır; son gece, ayrılacağı vakit Buğu Han'a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.


Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğallar'ın Kırgızlar'ın, Tangutlar'ın ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.


Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.


Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş,.başında beyaz şerit, elinde

Yada Taşı olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han'a demiştir ki:


- Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.


O gece Buğu Han'ın başveziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu sefer yatıya .doğru sefere çıkmıştır. Türkistan'a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırlan ve gürül gürü! akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han'ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.


Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama Kam deniliyordu. Bu Kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu Kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu Kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile Kamlar bakardı.


Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdârına elçiler gönderdi, kendilerine Nom Kitaplarını anlayan adamlar göndermesi ipin rica etti. Cinlerin din kitapları Nom'dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.


Cinden Nom yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı Kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm'dir.)

Türeyiş Destanı

Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk imparatorluğunun Göktürkler'den sonraki halkası olan Uygur Türkleri, Türeyiş Destanı ile soylannın yeryüzünde ilk görünüşlerini anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında yaygın bir inanış olarak beliren, soyun ilâhî bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.


Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile olan çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt süsü, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında özellikle ilâhileştirilmekle, neslin başlangıcı ve sürekliliği bu ilâhî süse bağlanmaktadır.


Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimâlle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir çevrenin küçük çapta bir yaradılış destanıdır.

Destan:


Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratıldığını söylüyorlardı.
Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın yollanın aradı, ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı.

Kızların ikisini de bu kuleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı ilaha yalvarmağa, gelip kızlarıyla evlenmesi için yakarmağa başladı. Öyle yalvarıyor, öyle yakarıyordu ki sonunda bir gün. Hakanın kendi aklınca inandığı İlâh dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.


Bu evlenmeden bir çok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz Oğuz-On Uygur denildi. Çocukların hepsinin sesi Bozkurt sesine benzedi. Yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.

Ergenekon Destanı


Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak ister. Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:

Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.


Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.


"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.


Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.


Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.


Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.




Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.


Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Ergenekon" adını koydular.


İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.


Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".


Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.


O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,


Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver.

Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.


Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in buyruğu altına girer.

Bozkurt Destanı

Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde yazılmıştır.

Birinci söyleyiş:


Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.


Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.


Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.

Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.


Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.


Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.

İkinci söyleyiş:


Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.


Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.


Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.


O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.


Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti.


Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.


Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!


Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.


Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.

Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.


Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.


Üçüncü söyleyiş:


Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:


"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi."

Tokuz(Dokuz) Oğuz Destanı

Bu efsane bize hem Çin kaynakları, hem de Iran kaynakları tarafından anlatılıyor. Bu durum gösterir ki, bu efsane eski Türklerce çok önemli idi. Çünkü Türklerce büyük önemi bulunmayan bir şey, Çin ve Iran gibi büyük milletlerin ilgisini çekemez.

Bundan başka bu efsaneyi, gerek Çinlilerin ve gerek İranlıların doğrudan doğruya Türklerden aldıkları meydanda. Birbirinden bu kadar uzak bulunan bu iki millet, bu efsaneyi birbirlerinden alamazlardı (Bu iki kaynağın verilen Köprülü'nün Türk Edebiyatı Tarihi ismindeki eserinin birinci kitabının 71 ye 72 nci sayfalarında yazılıdır.)

Bu efsaneye göre, Dokuz Oğuz'lar önce "Kumançu" adı verilen bir ülkede otururlarmış. Burada "Tugla" ve "Selenga" adlı iki ırmak akarmış. Bir gece aradaki iki ağacın üstüne gökten bir ışık sütunu indi. Ağaçlardan biri "sumu" yani. "huş yahut kayın ağacı, Bouleau", diri "Cihanküşâ"ya göre çam fıstığı, "Kaşgarlı Mahmud'a göre fındık ağacı" idi. Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş erkek çocuk göründü.

Daha çocuklar doğmadan, bu ağaçların çevresinde otuz adım çapında gümüşten bir daire meydana gelmişti. Ağaçlardan müzik sesleri işitiliyordu. (Müziğin din ve büyüsel açıdan bir gücünün olması da bundan ileri gelir.) Gökten inen ışık sütunu orada yeşim'den bir kaya oluşturdu. (Yeşim'in dinsel ve büyüsel gücü de buradan gelir) 0 yöre deki Türkler bu çocukları büyüttüler. İsimlerini "Sungur Tekin, Kutur Tekin, Tukan Tekin, Or Tekin, Boğu Tekin" koydular.

Bunlar on beş yaşına gelince baba ve analarını sordular. Türkler, onları iki ağacın yanına götürdüler. İşte bunlardan biri babanız, diğeri ananızdır dediler. (Huş ağacının baba, çam fıstığı ağacının ana) Çocuklar ağaçlara büyük bir saygı gösterdiler. Sevgili anamız, babamız diye yürekten sevgilerini açıkladılar. 0 zaman ağaçlar da dile gelerek oğulları için hayır duada bulundular.

Sonunda bir gün halk toplanarak Boğu Tekin'i Han seçtiler. Çünkü. Boğu, her boy'un dilini, obalarının sayısını biliyordu. Boğu'nun üç kargası vardı ki, her yerde olup biten şeyleri kendisine haber verirlerdi. (Çocukların hâla kargalardan haber sorması bundan ileri gelir.)

Boğu Tekin bir gece rüyasında beyazlar giyinmiş ve elinde beyaz bir âsa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu ihtiyar fıstık şeklinde bir yeşim taşı göstererek (kutlu ışıktan meydana gelen kaya olmalı) "Türkler bu kut dağını ellerinde tuttukça dört bucağa egemen olacaklardır" dedi.

Boğu Han bir gece otağında uyumak için yatağına, girmişti. Birdenbire pencerenin açıldığını, içeriye gökten bir kızın girdiğini gördü. Bu kız meleklerden daha güzel, perilerden daha çekici idi. Boğu Han neye uğradığını anlayamadığından gözlerini kapayarak kendisini uyuyor gibi gösterdi. Kız, sağa döndü sola döndü, genç Hakan'ı uyandırmak için çok çalıştı. Fakat bir türlü uyandıramadı. Sonunda ümidini keserek pencereden çıktı gitti. Ertesi gece kız yine geldi. Genç Hakan yine kendisini derin bir uykuya dalmış gibi gösterdi. Kız, yine bu uykucu hanı uyandıramayarak çekildi gitti.

Sabah olunca, Boğu Han, kızın yine geleceğini düşünerek buna bir çare bulmak üzere işi vezirine açtı. Vezir dedi ki: "Hakanım; Bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceğimiz bir hayırlı işaret var. Bu kız, tanrıça olmalı. Gelişi, size kutlu bilgileri öğretmek içindir. Yarın gece yine gelirse artık kendinizi uykuda göstermeyiniz. 0 zaman ne için geldiğini anlarsınız."

Üçüncü gece kız yine geldi. Fakat bu, kez Boğu Han onu saygı ile karşıladı ve ona bir tanrıçaya gösterilmesi gereken saygıyı gösterdi. Bu kız vezir'in düşündüğü gibi, gerçekten bir tanrıça idi. Boğu Han'a yeni din öğretmek için gelmişti…

Gök kızı, Boğu Han'a arkamdan gel, dedi. Genç hakan tanrıçayı izledi. Az gittiler uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda Ak Dağ'a ulaştılar. Orada Boğu Han'a yeni din'in gizli yanlarını anlatmaya başladı. Bundan sonra, her gece gök kızı otağ'a gelir; Boğu Han'ı Ak Dağ'a götürürdü. Bu hal, yüzlerce gece devam etti. Boğu Han yeni din'in bütün sırlarını öğrendi ve bütün dinsel ve büyüsel güçleri elde etti.

Bir gece, artık bu gizli konuşmaların son gecesi idi. Gök kızı, ayrılırken dedi ki : "Yerde, gökte ne varsa hepsini öğrendiniz. Ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren dünyanın dört bucağını fethe başlayınız. Ve gösterdiğim yolda adalet yapınız. Size öğrettiğim gerçekleri her tarafa yayınız!"

Sabah olunca kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya tayin ederek bunları dört bucağın, fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile Çin'in üzerine yürüdü. Hepsi seferlerinde başarılı oldular.

Boğu Han, kardeşlerine demişti ki: "Bizler gibi insanlar ve güzel hayvanlar ve bitkiler gördükçe hep ileri gidiniz! Fakat başı insan, vücudu hayvan, yahut başı hayvan vücudu insan olan çirkin yaratıklar görmeye başladığınız anda artık ilerlemeyiniz. Çirkin yaratıklı ülkeler bize yaramaz." (Boğu han, çirkin olan yaratıkları egemenliği altına almak istemiyordu. Türklerde güzellik zevkinin eskiliği bununla da anlaşılır)

Sonunda kararlaştırılmış olan zamanda "Balasagun" sahrasında bütün ordular toplandı. Boğu Han, esir edilmiş olan bütün hükümdarları birer birer huzuruna kabul etti. Bunlar hep güzel yüzlü, fikirli, becerikli insanlardı. Hepsini yine yerli yerine, kendi egemenliği altındaki birer hıdiv (büyük vezir) olmak üzere geri gönderdi. Yalnız Hint hükümdarı çirkin bir adam olduğu için huzuruna kabul etmedi. Onu büyük vezir olarak ülkesine de göndermedi. (Boğu Han dini, güzellik dini olduğu için, Boğu Han çirkinleri hükümdarlığa layık görmüyordu.)

Boğu Han'dan otuz göbek sonra, torunlarından "Yulun Tekin" tahta çıktı…

O zaman Çin'de Tang sülalesi egemendi. Çinliler Türklerden korktukları için, hükümdar, "Kie Lin" adlı kızını, Hakan'ın oğlu "Kali Tekin" e göndermeye karar verdi. Bir elçi eşliğinde Prenses'i gönderdi. Elçi, yolda, Türklerin yücelik ve temizliğinin Kut Dağı" adlı bir yeşim kayadan ileri geldiğini öğrendi.

Yulun Tekin'e dedi ki "Hükümdarım size en kıymetli mücevherini gönderdi. Siz de karşılık olarak ona bir hediye göndermek isterseniz, bizce değerli olacak şey Kut Dağı kaya parçasıdır. Bu kayanın sizce hiçbir değeri yoktur. Bunu hükümdarıma hediye ederseniz çok hoşnut olur!"

Yulun Tekin, Çin medeniyetine kendi millî kültüründen daha çok önem veren milliyetsiz bir hakandı. Kut Dağı'nın otuz batın'dan beri Türklerin kutsal bir tavaf yeri olduğunu bile bilmiyordu... Türker'in millî ülküsü, adeta bu yalçın kayada şekillenmişti.

Yulun Tekin bu millî sembolü, bir kızın karşılığı olarak, Çin hükümdarına vermekte hiç bir sakınca görmedi. Yalnız bunu nasıl götürebileceklerini sordu.

Çin elçisi, kayanın etrafına odunlar yığdı. Üzerine fıçılarla sirke döktü. Odunlara ateş verince kaya, parça parça dağıldı. Elçi, bu parçaları dikkatle toplatarak, arabalarla Çin'e gönderdi. Orada sihirbazlar bunu yağma ettiler. Her parçası dünyanın bir köşesine gitti.

Bunun her parçası nereye gittiyse orada aydınlık, bolluk, mutluluk meydana geldi.

Türk Yurdu ise, aksine, bütün bolluk ve bereketini birden kaybetti.

Kut Dağı gidince Kumlancu'da bütün yeşillikler sarardı. Irmakların, derelerin suyu çekildi. Gökyüzünün rengi değişti, bir iç sıkıntısı başladı. Bütün kuşlar, vahşi hayvanlar, ehil hayvanlar, hattâ memedeki çocuklar "Gök, göç, göç" diye bağırmaya başladılar.

Bir taraftan salgın hastalıklar, insanları kırıyordu. Yedi gün sonra Yulun Tekin öldü. "Göç!" sesleri devam ediyordu. Türkler anladılar ki, bu ülkenin Yer-su'ları artık kendilerinin orada kalmasını istemiyor. Çadırlarını yıktılar, eşyalarını, çoluk çocuklarını hayvanlara yüklediler, göç etmeye başladılar, akşam olunca "göç!" sesleri duruyordu. Sabahla birlikte tekrar başlıyordu.

Turfan ülkesine gelinceye kadar "göç!" sesleri kesilmedi. Orada artık bu sesler kesildi. Demek ki, buranın Yer-su'ları kendilerini kabul ediyordu. Turfan'da yerleştiler. Beş ordu'nun torunları, demek ki beşli teşkilatı koruyorlardı. Bundan dolayı olacak ki, oturdukları yere "Beş Balık" yani beş şehir adını verdiler. (Kaşgar'da önceleri altılı teşkilâta sahip bir budun oturmuş olacak ki, o ülkeye de "Altı şehir" adı verildi.)

Bu efsane, Kut'un meydana çıkışını bildirdiği gibi, Türklerin ilk göçünün de Kut'a önem vermemelerinden dolayı meydana geldiğini açıklıyor.

Bizans tarihçilerinin anlattıklarına göre, Avrupa'ya gelen Hun'ların önünde de kurta benzer bir hayvan kılavuzluk edermiş. Ve "Göç, göç, göç!" diye bağırırmış.

Türkler ne zaman milli kültüre önem vermeyerek yabancı kültüre önem vermişlerse ve kendi Milletlerini beğenmeyip başka milletlerin taklitçi ve taparcasına seveni olmuşlarsa, böyle bir göç felaketine uğramışlardır.

Kut Dağ, milli vicdan'ın bir sembolünden başka bir şey değildi.

Onu Çinlilere feda etmek, gayet büyük bir günahtı.

Göç, bu günahın bedeli idi.


DİPNOTLAR

Yer-Su: Tanrı.
Kut: Tanrının bahşettiği kutsal kudret.

"TÖRE"Yİ BABA BİLE BOZSA, ÖLMELİYDİ

Aslında ise, "Babalarını öldüren çocuk efsaneleri", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.

Türk destanlarında , "Türk töresi" ne uymadığı gerekçesi ile, baba öldürme olayları yer alıyorlardı":

Ortaasya'da söylene gelen efsanelerde büyük kahramanlara, insan üstü hususiyetler verilmek istenmişti. Oğuz Kağan Destanında da, bunun örneklerini pek çok görüyoruz. "Oğuz'un ayağı, ayı ayağı gibi; bileği ise, kurt bileğine benziyordu. Vucûdu, baştan aşağıya tüylerle örtülü idi. Annesinden doğar doğmaz, memeyi ağzına bir defa almış ve sütten bir yudum içtikten sonra da, annesine bir daha yanaşmamıştı. "Çiğ et yiyip, şarap istemeğe başlamıştı". Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi, "Türkler çiğ et yemezlerdi". Ama korkunç bir kahraman, onlara göre, çiğ et de yiyebilirdi. Çünkü O, o kadar korkunç ve o kadar bahadır, bir kimse idi:

"Korkunç bir hakan olsun, çok büyük bir han olsun,
"Babasını öldürsün, Türk Töresi korunsun".

Ortaasya efsanelerinde, "Manas Han'ın oğlu Semetey doğmuş ve epeyde büyümüştü. Ama ona hiç kimse bir ad bulamamıştı. Günün birinde yurtta, ansızın "Gök sakallı " bir ihtiyar peyda olmuş ve Semetey-Han'ı kucağına alarak, O'na Semetey adını vermişti. Bundan sonra da bir şiir okumağa başlamıştı. Bu şiirin başında, "Semetey öyle büyük, öyle korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek" diye söze başlanıyordu. Bu da, büyük bahadırlığın, bir hususiyeti idi. Çünkü, büyük bir kahraman gerekirse, babasına bile acımazdı ve öyle olması lâzımdı. Ama, Türk Mitolojisinde çok önemli bir nokta vardır. Bunu da, hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır: "Ne Oğuz Kağan ve nede Mete, kendi öz ihtirasları için babalarını öldürmemişlerdi". Babalarının öldürüşlerinin tek sebebi, onların "Türk töresine uymamış ve riayet etmemiş olmaları" idi. Çünkü Türk töresine göre taht, Mete'nin hakkı idi. Kendisi Baş-Hatun'dan, yani hükümdarın en asil hatunundan doğmuştu. Eski Türk töresine göre hükümdarlık, ancak onun hakkı olabilirdi. Halbuki, Mete'nin babasının yeni bir cariyesi araya girmişti. Babası zayıftı. Kadının tesirinde kalıyordu, "Töreyi unutuyor" ve asil olmayan bir çocuğu, onun yerine geçirmek istiyordu. Göktürk tarihinde, bunun örnekleri çoktur: Üçüncü Göktürk Kağanı Mohan Kağan'ın, çok değerli bir oğlu vardı. Savaşçılığı ve idaresi ile, Türkler arasında büyük bir ün yapmıştı. Ama annesi, birinci hatun değildi. Onun annesi de asil idi ama; asillik derecesi bir kağan doğurmak için yeterli görülmüyordu. Bu sebeple, Mohan Kağan'ın vasiyeti üzerine, kendi oğlu hükümdar olamamış ve yerine küçük kardeşi geçmişti. Hatta Mohan Kağan: Bir evlâtla baba arasındaki bağ, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ama ne yapayım ki aramızda bir de töre var", şeklinde konuşmak zorunda kalmıştı.

"Oğul ile babanın, arasına girilmez,
"Mayasıdır Hakanın, Türk Töresi geçilmez!"

Oğuz-Han'da babasını öldürmüştü. Türk cemiyeti, Oğuz-Han'ın babasını öldürmesini, doğru ve töreye uygun bir hareket olarak görüyordu. Çünkü babası, Hak dinini kabul etmemiş ve Tanrı yoluna girmemişti. Hatta Oğuz-Kağan destanları, Kara-Han'ın kendi oğlu Oğuz-Kağan tarafından öldürüldüğünü de söylemiyorlardı. Kara-Han, bilinmeyen bir yerden gelen, bir kılıç darbesi ile ölmüştü. Bazıları da, "Kimin attığı bilinmeyen bir ok Kara-Han'ın hayatına son vermiştir", diyorlardı. Bütün bu sözleri altında yatan, bir istek ve bir eğilim görülüyordu. "Kara-Han'ı, oğlu Oğuz Kağan değil; yine Tanrı öldümüştü". Kimden geldiği bilinmeyen bu kılıç darbesi veya ok, Tanrı tarafından atılmış ve Kara-Han da, bu yolla cezalandırılmıştı. Türk destanlarının hiçbiri, Oğuz Han'ın elini, baba kanına bulandırmıyorlardı. Mete'de öyle idi. Mete'nin bizzat kendisi, babasını öldürmemişti. Türklerde ordu, bir milletin sembolü ve gerçek varlığı idi. Mete'nin babasını öldüren oklar, ordu tarafından atılmıştı. Tuman-Han, binlerce ve hatta onbinlerce ok ile ölmüştü. Mete'nin babası, bütün bir milletin okları ile cezalandırılmış ve bu yolla da töre, yerine getirilmişti.

"Mete ile Oğuz'un, babaları yanılmış,
"Tanrı vermiş cezayı, oğul yaptı sanılmış!"

METE'NİN GENÇLİK EFSANESİ

Üçüncü yüzyıldı tam, çok önceydi İsa'dan,
Bir fırtına kopmuştu, taşmıştı İç Asya'dan!
Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmişti.
Kurdumsu türküleri, gökleri çınlatmıştı!
Atlılar gelmişlerdi, ordular biçmişlerdi,
Volga, Sarı nehirden, kanıp, su içmişlerdi!
Tarihten uğultular, bir millet var diyordu!
Yazılı doğrultular, bir devlet var, diyordu!
Hunların ilindeydi, İç Asya ilindeydi,
Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi!
Bayrağı direkteydi, büyük oğlu Mete'ydi,
Diğer bütün komşular, henüz birer çeteydi.
Tuman-Han da kanarmış, insanoğluymuy bu ya!
Bir cariye hep dermiş: "Bu Mete ölsün!" Diye.
Tuman fakat korkarmış, kadına da tapırmış,
Bir bahane ararmış, çünkü bir "Töre" varmış!
Soyuna bakarlarmış, tek kadın alırlarmış,
Sonraki hatunlarsa, mirâssız kalırlarmış.
Tuman oğlunu vermiş rehin Yüeçi'lere
Sonra da hücum etmiş, sormamış elçileri.
Yüe-çi'ler varmışlar, Mete'yi aramışlar,
Mete çoktan kaçmışmış, yolları taramışlar.
Tuman oğlunu görmüş, aklı başına dönmüş,
Şenlik düğün yaptırmış, güya çok mes'ut günmüş.
Mete'ye tümen vermiş, eline ferman vermiş,
Mete'nin disiplini, Dünyaya hep şan vermiş!
Asker Tanrı sanırmış, hep Mete'ye taparmış,
Ondan ne buyruk gelse, düşünmeden yaparmış.
Orduyu toplamışmış, atını oklamışmış,
Tümen disiplinini, böylece yoklamışmış.
Askerler ok atmışmış, atlar yere yatmışmış,
Atına kıymayanın, kanı yere akmışmış!
Bir defa şenlik yapmış, aileler toplanmış,
Ok atmış karısına, bütün eşler oklanmış!
Biraz nefes alanlar, azıcık geç kalanlar,
Kılıçtan geçirilmiş, görülmemiş kaçanlar!
Avlara gidilirmiş, şenlikler düzülürmüş,
Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüş.
Tuman-Han ava gitmiş, Mete'ye de gel demiş,
Kurdu Mete avlamış, Tuman'sa keklik yemiş!
Avda bir ok uçmuşmuş, Tuman-Han'a gelmişmiş!
Gerçi derler ilk oku, Mete atmıştı, çoğu,
Mete'nin tümeni de, bu hedefi delmişmiş!
Oğuz'un babasıysa, yemişti "Tanrı oku"!
Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi,
Töre'yi bozan Tuman, tam bir divane idi!

Çin tarihlerinde, Mete'nin babasını öldürüşü ile ilgili olay, böyle anlatılıyordu. "Zaten olayların anlatılışından da, bunun bir mitoloji olduğu, açık olarak görülüyordu." Öyle anlaşılıyor ki bu çağda, Hunlar arasında da, buna benzer efsaneler yok değildi. Mete gibi büyük bir hükümdarın ortaya çıkışı, bütün Ortaasya'yı hakimiyeti altına alışı ve ayrıca komşularını da büyük bir dehşet saçısı sebebi ile, Ortaasya'nın eski mitoloji kahramanlarının hususiyetleri, Mete'ye yakıştırılmış ve onun faaliyetlerine uydurulmuştu.

METE'NİN GENÇLİĞİ OĞUZ-HAN'INKİNE BENZİYORDU


"Eşimi, atımı verdim, çünkü benimdir!"
"Toprak verilemez, çünkü devletindir!"
"Büyük Hun İmparatoru Mete'nin bir efsane halinde anlatılan gençliği, Oğuz-Han'ın hayatına benzetilmişti" :


Oğuz Kağan, müslüman olan Türklere göre, babası Kara Han'ı öldürmüş ve onun yerine geçmişti. Zamanımızdan 200 sene önce büyük bir Türk Tarihi yazmış olan bir Fransız bilgini, Oğuz Han'ın Mete olabileceğini söylemiş ve ikisi arasında da bir bağ görmüştü. Bu Fransız bilgininin görüşü, büsbütün de yanlış değildi." Çünkü Mete de, Oğuz-Han gibi babasını öldürmüş ve onun yerine, hükümdar olmuştu."Çin Tarihleri, Mete ile babası arasındaki savaşlar, bir tarih olayı hadisesi gibi anlatıyorlardı. Ama önemli olan nokta, Mete'nin hayatının gençlik çağlarının da, bir efsane olup olmadığı idi. Mete'nin daha sonraki hayatı ve savaşları hakkında, epey şeyler biliyoruz. Tarih kaynaklarından kronolojik olarak kesin bir şekilde verilen bu bilgiler, tarihin ve gerçeğin ta kendileri idiler. Ama bütün tarih boyunca, büyük hükümdarlarla olduğu gibi, Mete'nin hayatının da gençlik çağları, karanlık kalmakta ve bir nevi mitolojiye bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Büyük hükümdarların, hemen hemen hepsinin de gençlik çağları, bir mitoloji perdesi arkasında gizlenmiş ve bu devreler, romantik bir şekilde anlatılmıştı. Çinliler, Mete'den sonra Hun'ları ve Ortaasya halklarını, birçok savaş ve temaslar sonunda, çok iyi bir şekilde tanıyabilmişlerdi. Fakat Mete'den önce, Çin kaynaklarında Ortaasya hakkında anlatılan bilgiler, çok karanlıktı. Çinliler bu çağda öyle ki, kendi sınırlarının dışındaki bölgelerden bile haberleri yoktu. Zaten Mete'nin hayatını anlatmağa başlayan Çin tarihleri, üslûp bakımından da mitolojik ve hikâyemsi bir dille konuşuyorlardı. Çin tarihinin üslûbu çok kuru, fakat kronolojik ve kesindi. Zaten bu bilgilerin çoğu, imparatora gelen raporlarla, Çin sarayından çıkan fermanların, kopyalarından başka bir şey değil idiler. Halbuki Mete'nin hayatından Çin tarihleri, âdeta bir Çin romanı gibi söz açıyorlardı.

"Çin tarihlerinin verdikleri yarım mitolojik bilgilere göre Mete, Oğuz-Han gibi kendi babasını öldürmüştü":


Ortaasya'da Tuman adlı bir Hun reisi varmış. Bu reisin de Mete adlı büyük bir oğlu bulunuyormuş. Gerek babasının ve gerekse oğlunun adları, Çin tarihlerinde, zaten, Çin işaretleri ile yazılıyordu. İkiyüz sene önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve bizim tarihçilerimiz de bu adı; Mete olarak yazmışlar ve Türkiye'ye yaymışlardı. Bugün Türkiye'mizde, bu büyük Hun İmparatorunu, "Mete" adı ile tanıyoruz. Birçok kimseler de bu adı, maalesef 200 sene önce okunan, böyle yanlış bir okunuşla, kendi adları olarak tanımaktadırlar. Aslında ise bu Çince işaretleri, "Mao-dun" şeklinde okumak gerekiyordu. Kendi hususî metodlarımıza göre, Mete'nin Türkçe adının herhalde "Bahadır" dan başka bir şey olmaması gerekiyordu. Ama ne yapalım ki, bugün Türkiye'miz de bu büyük Hun hükümdarı, Mete adı ile tanınmış ve öyle yayılmıştır. Mete hakkındaki Çin kaynaklarında okuduğumuz bu efsanemsi olaylar özet olarak şöyledir:

OĞUZ - KAĞAN DESTANININ ORTA ASYADAKİ KALINTILARI

Selçuklu ve Osmanlı devletlerini meydana getiren "Oğuz Türkleri", Türklüğün en gelişmiş ve soylu bölümleri idiler". Birçok defalar büyük devletler kurmuşlar ve tecrübe ile görgülerini, iyice geliştirmişlerdi. Oğuz TÜrklerinden başka, Ortaasya'da yaşayan, daha pek çok Türk vardı. Bunların pekçokları, ne büyük bir devlet kurabilmiş ve ne de toplum hayatlarını geliştirebilme ortamını bulabilmişlerdi. Ama bunlar da, yine Türk idiler. Onların kültürleri de, Oğuz Türkleri ile birçok bağlar taşıyorlar ve menşe birliği gösteriyorlardı. Meselâ, Tanrı dağları ile Doğu Türkistan'ın batısında yaşayan Kırgız'lar, tarih boyunca büyük devlet hayatı yaşayamamışlardı. Tanrı dağlarının derin vadilerinde, hayvanlarını otlatmakla geçinen bu Türkler, zaman zaman kurulan büyük Türk devletlerine tabî olmuş ve öylece yaşayıp, gitmişlerdi. Bununla beraber, onların da elbette ki, Oğuz-Kağan'dan veya onunla ilgili Türk efsanelerinden haberleri vardı. "Oğuz-Kağan destanı, Oğuz Türklerinin bir devlet mitolojisi halini almıştı. Kurulan bütün devletler, kendilerini Oğuz-Han'a bağlıyorlar ve O'nun düzeni ile yetiniyor ve öğünüyorlardı" Kırgız'ların ise, böyle bir iddiaları yoktu. Ama onlar arasında da, Oğuz Kağan babasını öldüren kahramanların bulunduğunu, sık sık görebiliyoruz. Kırgız'lar, aslen Moğol olan Oyrat'lardan çok korkarlardı. Oyrat'lar henüz daha müslüman değil idiler. Kırgız'lar ise, Müslüman olmuşlardı. Fakat İslâmiyete henüz daha, iyi olarak ısınmamışlardı. Kırgızlar efsanelerine göre: "Oyrat Hanı'nın, Alman-Bet adlı bir oğlu olur ve büyüyerek müslüman olma ihtiyacını, belki de Tanrının ilhamı ile, hissetmeğe başlar. Bunun için Kırgızlar'ın yurduna kaçıp, İslâmiyeti öğrenmek ve nasıl ibadet edildiğini görmek ister". Öyle anlaşılıyor ki Kırgız'lar, bu sırada İslâmiyetin en önemli şartı olarak, sakal bırakma ile sarık giymeği biliyorlardı. Bu sebeple kendilerine kaçan Oyrat Han'nının oğluna şöyle diyorlardı:

Bıyığını tıraş et, sakalını koyuver,
Saçların olmaz böyle, kâkülünü kırkıver;
Başındaki şapkanın, düğmelerini kesiver,
Her Cumadan Cumaya, mescitlere geliver!

Eski Türkler "sakal" bırakmazlardı. Fakat bıyığa, büyük önem verirlerdi. "Uzun saç" bırakma da, Türklerin çok sevdikleri, bir an'aneleri idi. Bu sebeple Oyrat Han'nın oğlunun bıyıkları, "şapkası" ile "saçları" , Kırgız Hocalarının gariplerine gitmiş ve kendilerine uyması istenmişti. Türk mitolojisi adlı büyük eserimizde, bu konu ile ilgili efsanenin, hemen hemen tümünü bulabilirsiniz.

"Müslüman olan Alman-Bet, babasına gider ve onun da müslüman olmasını ister. Babası, oğlunun bu isteğini duyunca, kızar ve Alman-Bet'i yanından kovar, (Önemli olan nokta, Alman-Bet'in babasının da Oğuz-Han'ın babası gibi, Kara-Han adı taşımasıdır). Alman-Bet babasını razı edemeyince, yeniden Kırgız'lara kaçar ve Kırgız'larla beraber olup, babasına hücum eder. Büyük bir savaştan sonra Alamn-Bet, babası Kara Han'ı öldürür ve bu suretle intikamını almış olur".

"Kırgız'ların bu efsanesi, gerek din ve gerekse konu bakımından, Oğuz destanı ile karşılaştırılamayacak kadar geridir":

Alman-Bet, Oğuz-Han gibi büyük bir kahraman olarak gösterilmiştir. Fakat Alma-Bet'in kendisi, bir kağan değil; nihayet Kırgız Hanlarının emrinde bulunan, bir komutan gibidir. Savaşır, yaralanır, mağlûp olur, basit insanlar tarafından zehirlenir ve her türlü şeyler başına gelir. Kara Han'ı öldürmekle, babası onun yurdunu da, eline geçirmiş değildir. Öğündüğü şeyler de, birkaç sığır sürüsü elde etmek, bol miktarda yağ ve süt yağmalamak ve nihayet, şapka ile elbiseleri, ölülerin üzerinden çıkararak toplamak gibi, basit şeylerdi. Gerçi Kırgız'ların efsaneleri de çok güzeldir. Bir cemiyetin isteklerini, ızdıraplarını anlatır. Kendileri müslüman olmuşlardır. Fakat etraflarındaki halklar ise, müslüman değillerdir. Onlar da, eski büyük Türk devletleri gibi, bu bölgeleri alıp, düşmanlarını müslüman etmek isterler. Bu sebeple kahramanlarına, türlü savaşlar yaptırırlar. Fakat savaşlar küçüktür. Akınlar uzun sürer ama; elde edilen yeni bir toprak parçasından, hiç söz açılmaz. Kahramanlar, döner, dolaşır, savaşırlar ve yine, kendi küçük yaylalarına gelirler.

OĞUZ DESTANINDA "VERASET DÜZENİ"

"Oğuz Kağan destanlarında, Hükümdarlık büyük oğullara geçiyordu":

Az önce Türk mitolojisinde, yalnızca "Baba ailesi" nin görüldüğünü söylemiştik. İptidaî kavimlerde görülen "Ana ailesi" nin izleri, Türk mitolojisinde tamamen kalkmış ve silinmişti. Ana ailesinin izlerinin bulunduğu kavimlerde verâset daha çok küçük oğullara düşerdi. Meselâ Cengiz İmparatorluğunda bile, bunun çeşitli kavgalarını görebiliyoruz. Türk mitolojisinde ise hükümdarlık hakkı, doğrudan doğruya büyük çocuğun hakkı idi. Bu sebeple Oğuz-Han'ın büyük oğlu "Gün-Han", münakaşasız olarak, babasının yerine geçmişti. Ayrıca ana ailelerinde, dayı tarafının adları ve nüfusları çok geçerdi. Türk mitolojisinin hemen hemen tümünde ise, dayı ailesinin en ufak bir izine bile rastlamıyoruz: "Türkler, eski ve geri çağları çoktan geride bırakmış ve yüksek içtimaî bir seviyeye erişmişlerdi".

"ALTIN YAY" VE "ÜÇ GÜMÜŞ OK"

"Oğuz-Kağan'ın altı oğlu hükümdarlık sembolü olan, 'altın bir yay" ile ""üç gümüş ok"u, avda bulup getirmişlerdi":

Altından yapılmış bir yay ile üç gümüş okun, Oğuz'un oğulları tarafından bulunuşu, hemen hemen bütün Oğuz destanlarında yer almaktadır. Tabiî olarak, ayrı yer ve zamanlarda yazılmış olan Oğuz destanlarında, bu konuda da ufak değişiklikler görmüyor değiliz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanı, yayla okların daha önce, rüyada görüldüklerini yazıyordu. Bu çok güzel olay, şöyle olmuştu:

Söz dışında kalmasın, bilsin herkes bu işi,
Oğuz-Kağan yanında, vardı bir koca kişi,
Sakalı ak, saçı boz, çok uzun tecrübeli.
Soylu bir insan idi, akıllı düşünceli.
Ünvanı Tüşimeldi, yani Kağan veziri,
"Uluğ Türük" dü adı, Oğuz'un seçme eri.
Altından bir yay gördü, uyur iken uykuda,
Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku da.
Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı,
Üç gümüş ok kuzeye, sanki kanatlanmıştı.
Anlattı Oğuz-Han'a, uyanınca uykudan,
Rüyayı tabir etti, içindeki duygudan,
Dedi: "Bu düşüm sana, dirlik düzenlik versin!
"Hakanıma inşallah, birlik güvenlik versin!
"Rüyada ne gördüysem, Gök Tanrı'nın sözüyle,
"Seni de öyle yapsın, Tanrı kutsal özüyle!
"Yeryüzü hep insanla, dolup taşar boyuna,
"Tanrım! Bağışlayıver! Oğuz-Kağan soyuna!"

Eski tarih kaynaklarına göre ise olay şöyle olmuştu: "Oğuz-Han'ın altı oğlu bozkırlarda avlanırlarken, tesadüfen bir altın yay ile üç gümüş ok bulmuşlar ve bunları babalarına getirmişlerdi".

Oğuz destanlarının en son metinlerinden biri sayılan, Hive'nin meşhur Türk hanı Ebülgazi Bahadır Han'ın eserinde ise durum şöyle anlatılıyordu:

"Oğuz-Kağan bir vezirine, altın bir yay ile üç gümüş ok vermiş ve bunların ayrı ayrı yerlerde, bozkırlar içine, yarıya kadar gömülmesini emretmişti. Bey, Oğuz-Kağan'ın emrini yerine getirerek yayı, batıdaki bir bölgeye ve üç gümüş oku da doğuda yarı yerlerine kadar gömerek, gelmişti. Bundan sonra Oğuz-Kağan göğün kızından doğan üç oğlunu, yani Gün-Han, Ay-Han ve Yıldız-Han'ı batıya göndermişti. Yerin kızından doğan üç oğlunu, yani Gök Dağ ve Deniz Hanları da, avlanmak için, doğuya göndermişti. Batıda ve doğuda avlanan çocuklar, yay ile okları bularak sevinmişler ve hemen onları babalarına götürmüşlerdi. Oğuz-Han, altın yayı bulan çocuklarını, Batı ülkelerine tayin etmiş ve gümüş okları bulanları da Doğu bölgelerine vermişti". Oğuz-Han'ın beyini göndererek, yay ile okları yarı yerlerine kadar toprağa gömdermesi, başka hiçbir kaynakta görülmemektedir. Bu bakımdan böyle bir olayın, sonradan uydurulmuş olması, ilk bakışta akla çok uygun gelmektedir. Fakat Türk mitolojisinin diğer motiflerini de hatırlayınca, bu olay üzerine önem vermeden geçmek, mümkün olmamaktadır. Çok eski bir efsanedir: "Atilla'nın çobanlarından birisi, günün birinde bir sığırın, ayağının kanadığını hayretle görmüş. Acaba sığırın ayağını böyle ne kesti diye araştırırken, yere saplanmış bir kılıç bulmuş. Sapından yere saplanmış olan bu kılıcı topraktan çıkararak, Atilla'ya getirmiş. Atilla'nın etrafındakiler bunu görünce çok sevinmişler ve bu kılıcın, Tanrının kılıcı olduğunu söylemişler. Ayrıca, bu kılıcı elde eden hükümdarın da, yaryüzüne hâkim olacağını ifade etmişler". Gerçi bu hikâye, İskitler çağında da görülen bir efsane motifidir. Fakat Batı bölgelerini ellerinde tutacak olan Oğuz-Han'ın oğullarının, yere gömülü altın bir yay bulmaları, da, herhalde Ebül Gazi Bahadır Han tarafından uydurulmuş bir efsane motifi olmasa gerekti.

"Atilla'nın kılıcı" gibi, Oğuz-Kağan'ın oğullarının buldukları "Altın Yay" ile "Üç gümüş ok" da, Tanrı tarafından gönderilmiş bir hakanlık sembolü gibi düşünülüyordu. Oğuz-Kağan'ın vezirinin, az önce bu konu ile ilgili olarak nasıl bir rüya gördüğünü okumuştuk. Şimdi yine Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanından, bu yay ile okların nasıl bulunduklarını okuyalım:

Sabah olunca gördü, kendinden büyükleri, Çağırtarak getirtti, kendinden küçükleri, Dedi: "- Hey! Gönlüm benim" Avlansana haydı der! "İhtiyarlık başa geldi, cesaretin hani der! "Gün, Ay, ve Yıldız sizler, gidin gündoğusuna, "Gök, Dağ ve Deniz siz de, gidin günbatısına!" "Oğuz-Han oğulları, bunu hemen duyunca, Gitti üçü doğuya, üçü batı boyunca. Av avlayıp, kuş kuşlayan, Gün ile Yıldız ve Ay, Buldular yolda birden, som altından tam bir yay. Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü, Aldı bu altın yayı, kırarak üçe böldü. Dedi: "-Ey, oğullarım! Kullanın bir yay gibi! "Oklarımız erişsin, göğe değ bu yay gibi!" Av avlayıp kuş kuşlayan, Dağ ile Deniz ve Gök, Buldular yolda birden, som gümüşten tam üç ok, Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü. Aldı üç gümüş oku, oğullarına böldü. Dedi: "- Ey, oğullarım! Sizlerin olsun bu ok, "Yay atmıştı onları, olun siz de birer ok!"

Yay Türklerde bir hakimiyet sembolü idi. Hatta Büyük Selçuklu devletinin sembolü de, bir yaydan başka bir şey değildi. Fakat Oğuz Kağan destanındaki altın yay, gökyüzünü baştan başa kaplıyordu. Burada yay, bir devletin değil; daha çok gökyüzünün bir sembolü halinde idi. Gerçekten de Türkler, zaman zaman yayı gökyüzünün bir sembolü olarak görmüşlerdi. Onlara göre "ebe kuşağı" da, Tanrının bir yayı gibi idi. Türlü renklerle bezenmiş olan "ebe kuşağı", gerçekten de altın bir yayı andırıyordu. Daha sonraki motifleri de, kesin olmamakla beraber bir açıklama dönemesine tabî tutmak, henüz daha hiçbir şey bilmediğimiz bu konular için faydalı olacaktır. Daha gerçekçi Oğuz destanlarına göre: "Oğuz Kağan altın yayı, üç büyük oğluna vermiş ve onlara, yayın bir hükümdarlık sembolü olduğunu hatırlatmıştı. Bu sebeple hükümdarlık, devamlı olarak batıda oturan ve Oğuzların Boz-Ok Türklerini meydana getiren, üç büyük çocuğun hakkı olacaktı". Gerçekten de Türklerde yay, bir hükümdarlık sembolü idi. Efsane yazarı, buna kendinden fazla bir şey ilâve etmemişti: "Oğuz-Han doğuda oturan üç küçük oğluna, yani Üç-Ok'ların atalarına ise, üç gümüş ok vermişti. Bu okları verirken de oğullarına, okun bir elçilik sembolü olduğunu hatırlatmadan geri kalmamıştı". Gerçi Türklerde ok, bir elçilik sembolü idi. Bir yere giden elçiler sembol olarak ellerinde, kendi hükümdarlarının oklarını taşırlardı. Fakat Oğuz-Kağan'ın küçük oğullarının, elçi mertebesinde oldukları düşünülemezdi. Göktürk devletinde Bumın-Kağan, doğuda oturur ve Büyük Kağan ünvanını taşırdı. Batıdaki küçük kardeşi ise, onun emrinde olarak Yabgu idi. Kendisi gerçi Büyük Kağan değildi ama; devlet içinde Bumın-Kağan'dan sonra geliyor ve bölgesinin idaresini de, tam selâhiyetle elinde tutuyordu. Üç-Ok'ların devlet içindeki vazife ve selâhiyetleri de, İstemi-Kağan'ınkine benzetilebilirdi.

OĞUZ DESTANINDA "KÖPEK BAŞLI" İNSANLAR

Oğuz Kağan destanlarının önemli bir bölümü de, "Köpek başlı insanlar"ın ülkelerine yapılan akınlardı. Türkler bu kavimlere, "İt-Barak" adı veriyorlardı. "İt" sözü, eski Türklerde de, köpek anlamına geliyordu. "Barak da, bir nevi köpekdi". Bazılarına göre, "Siyah ve tüylü bir köpek cinsi" idi. Fakat bu köpek de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi bir köpek olmalı idi. Oğuz Kağan destanlarına göre, "İt Barak'ların memleketi, kuzey-batıya doğru uzanan, karanlık ülkeleri içindeydi. Oğuz-Han, 'İt-Barak' lara karşı bir akın yapmış; fakat mağlûp olarak, dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan, küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı. Bu adacıkta, savaşta ölen askerlerinden birinin karısı da, bir çocuk doğurmak zorunda kalmıştı. Fakat buraya sığınan Oğuz Han'ın, ne bir çadırı ve ne de bir evi vardı. Kadın, ağaç koğuğuna girmiş ve orada çocuğunu doğurmak zorunda kalmıştı. Oğuz-Kağan, kadının esenlikle doğum yapmasına sevinmiş ve çocuğa da, Kıpçak adını vermişti". Eski Türk efsanelerine göre "Kıpçak" sözü, "ağaç koğuğu" anlamına geliyordu. Bildiğimiz üzere "Kıpçak" lar, Altay dağlarının batısından, ta Güney Rusya içlerine kadar uzanan, büyük Türk kitleleri idiler. Herhalde Kıpçak sözü de, çok eski çağlardan beri meydana gelmiş, bir kavim adı olmalıydı. Fakat Türk destanlarını yazanlar, Kıpçak'la "ağaç koğuğu" arasında bir benzerlik bulmuşlar ve bu yolla, Kıpçak Türklerinin türeyişlerini anlatmak istemişlerdi. Az önce de söylediğimiz gibi, "Oğuz-Kağan, ikinci karısını bir göl ortasında bulunan küçük bir adacıktaki ağaç koğuğunda bulmuştu". Uygurların türeyiş efsanesinde de, "Eski Uygur ataları, iki nehir ortasında bulunan bir odacıktaki, kayın ağacından" doğmuşlardı. Bu örneklerden de kolayca anlaşılıyor ki, bir tarih olayı gibi gösterilen bu akınlarda, Türk mitolojisinin çok eski ve müşterek motifleri, sık sık görülebiliyorlardı:

Türkler "Barak" derlerdi, Kara tüylü köpeğe,
Böyle ad verirlerdi, büyük soylu köpeğe.
,Aslında efsaneler, bir köpek anarlardı.
Onu da köpeklerin, atası sayarlardı.
Bu köpek soylu idi, çok büyük boylu idi,
Av çoban köpekleri, hep onun oğlu idi.
Kuzey-batı Asya'da güya "İt-Barak" vardı,
Türklerse İç Asya'da, onlara uzaklardı.
Başları köpek imiş, vücutları insanmış,
Renkleriyse karaymış, sanki Kara Şeytanmış.
Kadınları güzelmiş, Türklerden kaçmaz imiş,
İlâç sürünürlermiş, ok mızrak batmaz imiş.
Destanda denilmiş ki, Oğuz-Han yenilmişti,
Bir adaya sığınıp toplanıp derilmişti.
On yedi sene sonra, Oğuz onları yendi.
Kadınlar yardım etti, orada savaş dindi.
Oğuz bu bölgeleri, "Kıpçak-Beğ" e il verdi,
Bunun için Türkler de, oraya "Kıpçak" derdi.

Gerçi, bu efsane idi. Fakat içinde tarih olayları da yatmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki, bu bölgedeki güzel kadınları Türkler almışlar ve onlardan da, yeni bir nesil meydana getirmişlerdi. Belik Kıpçağın annesi de, güzel bir İt-Barak kadınından başka bir kimse değildi. Sonradan Kıpçak, Oğuz-Kağan tarafından bu bölgelere tayin edilmiş ve kuzey ülkeleri, hep onun soyları tarafında idare edilmişti. "Kıpçak'lar da türkçe konuşuyorlar ve Türk kültürüne sahip idiler". Fakat Oğuz destanı, Kıpçağı Oğuz-Han'ın soyundan değil, nihayet askerlerinden birisinin neslinden getiriyordu. Kıpçak kuzeylere gitmiş, orada soyları türemiş ve yerlilerle karışarak, yeni akraba. Bir Türk kavmi meydana getirmişti.

"Köpekbaşlı insanlara Avrupa ve Hint mitoloilerinde de rastlanıyordu". Eski Yunan mitolojisinde de, köpek başlı insanlarla ilgili, birçok efsanelere rastlıyoruz. Daha sonraki Avrupa mitoloji de, köpek başlı insanlara, zaman zaman yer vermişti. Avrupalılar, bu köpek başlı kavme, "Borus" adını veriyor ve onların, bugünkü Finlandiya ile Rusya'nın kuzey kısımlarında yaşadıklarını söylüyorlardı. Oğuz-Kağan destanındaki "İt-Barak" lar da aşağı yukarı, aynı bölgelerde idiler. Bu bakımdan, Avrupa ve Yunan Mitolojisi ile Türk Mitolojisi arasında, bir benzerlik ve bir bağ meydana gelmektedir. Köpek başlı insanlar motifi, herhalde Türkler arasına, dışarıdan gelmiş bir efsane olmalı idi. Fakat Türkler, köpeğe önem vermezlerdi. Köpek, Türklere göre, aşağı bir hayvandı, bunun için de Türk Mitolojisi, köpek başlı insanları daima küçük görmüştü. Köpek başlı insanlarla ilgili efsaneleri, Hindistan'da ve güney bölgelerinde de görüyoruz. Hint Mitolojisi zaman zaman, köpeğe daha fazla önem vermişti. Bu sebeple Hindistan'daki köpek başlı insanlar, aşağı bir sınıfı değil; soylu Hintlileri temsil ediyorlardı. Motifin, eski Yunan'da ve Avrupa'da görülmüş olmasına rağmen, Türklerde de bunların benzer şekillerini görmüyor değiliz. Meselâ Doğu Göktürk devletinin önemli bir bölümünü meydana getiren. Tarduş Türklerinin ataları da, "Başı kurt ve vücudu insan olan" bir kimse idi. " Köpek başlı insanlara, Çin efsanelerinde de büyük bir yer verilmişti. Çin'in kuzeyinde ve Mançurya'da oturan bazı kavimler Çinlilere göre köpek başlı idiler. Bu efsaneler Çin'de, çok daha eski çağlarda başlamıştı. Hatta diyebiliriz ki, Çin'in köpek bağlı efsaneleri, Yunanistan'daki efsanelere nazaran daha eski idiler". Mançurya'nın kuzeyinde oturan iptidaî Moğollar, köpeğe büyük bir önem verirlerdi. Onlarca köpek, hem kutsal ve hem de kendi milletlerinin atası idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan destanına köpek başlı insanlar motifinin, Çin'den mi, yoksa Avrupa'dan mı geldiğini, kolayca kestirmek mümkün olamamaktadır. Cengiz-Han devrinde yazılmış olan Oğuz destanları, daha çok Batı ile ilgileri olan yazarlar tarafından kaleme alınmışlardı. Bu sebeple Oğuz destanlarında köpek başlı insanlar, Kuzey Rusya ile Finlandiya'da gösteriliyorlardı. Elimizde bu konu ile ilgili, daha eski kaynaklarımız maalesef yoktur. Buna rağmen, eski Türk destanlarında, güya Kuzey Mançurya'da yaşayan "Köpek başlı" insanlardan da söz açılıyordu.

OĞUZ KAĞAN DESTANININ EN ESKİ BÖLÜMLERİ

"Arabanın icâdı":

Göktürklerin türeyişleri ile ilgili efsanelerde, ateş gibi insanlığa faydalı olan şeyleri icâd eden atalardan, söz açılıyor ve bunlara büyük bir önem veriliyordu. Zaten ateş, tuz, araba v.s. gibi, insanlığın gelişmesine yardım etmiş unsurlarla aletlerin icadları, bütün dünya mitolojilerinde, en eski ve öz kalıntılar olarak kabul edilmişlerdir. Türklerin Kanglı boyu, tarih boyunca büyük bir şöhret yapmış ve Türk kavimleri arasında, önemli bir yer tutmuştu. İlk bakışta Kanglı sözü, bir nevi bizim kağnı, yani "kağnı arabası" deyimini andırıyordu. Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Türk Mitolojisinde de, sözlerin dış görünüşlerine göre, bazı benzeştirmeler yapılmıştır. Bu sebeple Oğuz Kağan destanında, kağnı arabasının icâdından söz açılırken, Kanglı boyu ile bir ilgi kurulmuştu. Uygur Türkçesi ile yazılan Oğuz destanında, Kağnı'nın icâd edilişi, şöyle anlatılıyordu:

Çürced Kağan'ı aldı, halkıyla ulusunu,
Yoketmek için geldi, Oğuz-Han ulusunu.
Başgeldi Oğuz-Kağan, basdı Çürced Hanı'nı,
Ok ile kılıç ile, döktü düşman kanını.
Oğuz öldürdü onu, kesti hemen başını,
Böldü ganimetleri, tâbi kıldı halkını.
Oğuz'un askerleri, beyleri bütün halkı,
Düşmanda ne bulursa, toplayıp hep tüm aldı.
Atlar ile öküzler, katırlar az gelmişti.
Yığılmış yükler ise, ta dağları geçmişti.
Oğuz'un bir eri vardı, akıllı tecrübeli,
Barmaklığı-Çosun-Billig, yatkındı işe eli.
Bir kağnı arabası, yapıp koydu içine,
Oğuz'un bu ustası, devam etti işine.
Kağnıyı çekmek için, canlı öne koşuldu,
Cansız alıntılar da, üzerine konuldu.
Oğuz'un beyleriyle, halkı şaştılar buna,
Onlar da kağnı yaptı, özenmişlerdi ona.
Kağnılar yürür iken, derlerdi: "Kanğa! Kanğa!"
Bunun için de dendi, artık bu halka "Kanğa".
Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha ile,
Dedi: "- Cansızı çeksin, canlılar Kanğa ile!"
"Adınız Kanğaluğ olsun, belğeniz de araba!"
Bıraktı onları da, gitti başka tarafa.

Oğuz-Kağan, Mançurya Bölgesindeki kavimlere akın yaptığında, çok mal elde etmiş; fakat bunları, atlarla taşıyamamıştı. Bunun üzerine, Oğuz-Kağan'ın akıllı beylerinden birisi, bir araba yaparak, malların hepsini arabalara doldurmuş ve Oğuz-Kağan'ın yurduna kadar taşımıştı. Oğuz-Kağan, böyle yeni bir icâdı görünce, çok sevinmiş ve bu beyinin soyundan gelen boylara da "Kangalı" yani "Kağnılı" adını vermişti. Tabiî olarak bu, nihayet bir efsane ile sözlerin benzeştirilmesinden başka bir şey değildi. Türkler çok eski çağlarda, tekerlek ile arabayı icâd ederek kullanmışlardı. Çok eski çağlarda herhalde, "Kanglı" kavim adı da vardı. Fakat kendileri, henüz daha ortada yok idiler. Çünkü Türk boyları, zaman zaman çoğaldıkça bölünüyorlar ve eski adlar alarak, yeniden ortaya çıkıyorlardı. M.S.V. yüzyılda, Ortaasya tarihinde önemli bir rol oynayan bazı Türk kavimlerine Çinliler, "Yüksek arabalı kavimler" adını veriyorlardı. Çinlilerin bunlara, Yüksek arabalı" demelerinin sebebi, herhalde onların arabalarının yüksek, yani tekerleklerinin büyük olmasından ileri geliyordu. Çin tarihleri, kendilerine benzeyen kavimlerden ve eşyalardan söz açmazlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türklerin bu arabaları, Çin'de kullanılan arabalara nazaran, çok daha büyük ve yüksek idiler. "Büyük tekerlekli arabalar birçok bakımlardan faydalı ve elverişli idiler". Çamurlu bölgelerde ve engebeli arazilerde, büyük tekerlekli arabaları kullanmak, daha kolay oluyordu. Eski Türkler çadırlarını yalnızca yere kurmaz, aynı zamanda arabalar üzerine de oturturlardı. Bu arabalar, akınlarda da orduların peşinden ayrılmazlardı. Oğuz-Kağan destanında da görüldüğü gibi, harbe giden Türk ordularının arkasından, aileleri taşıyan arabalar ve kervanlar da yürürlerdi. Oğuz-Kağan destanına göre böyle ordu düzenleri, yalnızca çok eski çağlarda görülüyordu. Bununla beraber, daha sonraki çağlarda, meselâ Göktürk ve hatta Cengiz-Han akınlarında bile hatunlar, Hakanlar ile beylerin arkalarından gelirlerdi.

"Türkler ilk geminin yapılışı":

Oğuz-Han'ın bir beyi, İtil, yani Volga nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz-Han'ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlûp etmişlerdi. Kayığı icâd etme motifi de, her halde Türk mitolojisinin, en eski kalınıtılarından biri olsa gerektir. Eski Türkler, denizci bir millet değillerdi. Bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile göller bulunuyordu. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz Kağan destanı, Türklerin gemi veya salı icâd etmelerini şöyle anlatıyordu:

İdil adlı bu ırmak, çok çok büyük bir suydu,
Oğuz baktı bir suya, bir de beylere sordu: "-
Bu İdil sularını, nasıl geçeceğiz, biz?"
Orduda bir bey vardı, Oğuz Han'a çöktü diz.
Uluğ-Ordu-Beğ derler, çok akıllı bir erdi,
Bu yönde Oğuz Han'a yerince akıl verdi.
Baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var çok da dal,
Kesti biçti dalları, kendine yaptı bir Sal.
Ağaç sala yatarak, geçti İdil nehrini,
Çok sevindi Oğuz-Han, buyurdu şu emrini:
"- Kalıver sen burada, halkına oluver bey!
"Ben dedim öyle olsun, densin sana Kıpçak-Beğ!"

Tabiî olarak diğer Oğuz destanlarında, Kıpçak-Beğ'in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü anlatılmaktadır.

"Dünyamıza soğuk rüzgârlar gönderen 'Buz-Dağı' motifi, Oğuz destanında da görülüyordu":

Karluk Türklerinin meydana gelişleri ile ilgili bölüm de, bazı önemli meselelerle karşılaşıyoruz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanında, Karluk Türklerinin ortaya çıkışları şöyle anlatılıyordu:

Oğuz-Kağan baktı ki, erkek kurt önler gider,
Ordunun öncüleri, Gökkurt'u gözler gider,
Görünce Oğuz bunu, ne çok sevinmiş idi,
Alaca aygırını, çabucak binmiş idi.
Apalaca aygırı, Oğuz severdi özden,
Ama at dağa kaçtı, kaybolup gitti gözden,
Bu dağ buzlarla kaplı, çok büyük bir dağ idi,
Soğuğun şiddetinden, başı da ap ağ idi.
Çok cesur çok alp bir bey, ordu içinde vardı,
Ne Tanrı ne Şeytandan, korku içinde vardı.
Ne yorgunluk ne soğuk, erişmez idi ona,
Bu bey dağlara girdi, dokuz gün erdi sona.
Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz'u,
Atamadı üstünden, dağlardaki soğuğu.
Olmuştu kardan adam, kar ile sarılmıştı,
Oğuz onu görünce, gülerek katılmıştı.
Dedi: "Baş ol beylere, artık sende burda kal!
"Sana Karluk diyeyim, ölümsüz adını al!
Çok mücevher, çok altın, hediye etti ona,
Bir bey yaptı Karluk'u, devam etti yoluna.

Eski Türk Kağanlarının atları, büyük bir önem taşırlardı. Türk tarihinde, 60 veya 100 kilometre koşan, Mete'nin atı gibi efsanelemiş birçok atlara da rastlıyoruz. Elbette ki Oğuz-Kağan, kaçak atını orada bırakıp gidemezdi. Ama, o nasıl bir attı ki, buzlarla örtülü büyük bir dağ içine kaçmış ve peşindekileri de günlerce uğraştırmıştı. Onu yakalayıp getiren insanlar bile, baştan aşağıya kadar kardan bir adama dönmüşlerdi. Oğuz-Kağan destanlarında bu dağa, "Muz-Tak", yani "Buz-Dağı" adı veriliyordu. Atı dağda bulup getiren bey de, kardan bir adam şekline girdiği için, Oğuz Kağan tarafından "Karluk yani Karlık" adı ile adlandırılmıştı. Sonraki güçlü ve şöhretli Karluk kabileleri, bu adamın soyundan geleceklerdi. Eski Altay efsanelerine bir göz attığımız zaman da, böyle Buz dağlarını Türk Mitolojisi içinde görebiliyoruz. Altay Türklerine göre, Kuzeyden esen soğuk ve buzlu rüzgârlarının geldikleri bir dağ vardı. Altay Türkleri, soğuk kuzey rüzgârlarının, "Muz-Tak"adlı buzlarla kaplı bir "Buz-Dağı" ndan geldiğine inanıyorlardı. Bu Buz Dağı dünyanın kuzeyini baştan başa kaplamıştı. Buz dağının üzerinde de, yine "Buz" adı ile adlandırılan, büyük devler yaşıyorlardı. İlk bakışta, Altay efsanelerindeki Buz Dağı motifleri, Himalaya dağları ile kar adamları efsaneleri hatırlatır gibi idiler. Ama Türk Mitolojisindeki Buz Dağları herhalde yerli olarak, Türklerin zihinlerinden doğmuş ve nihayet insan düşüncesinin, bir gereği gibi oluşmuş ve gelişmiş olmalıydılar. Bunları söylemekle, Oğuz-Kağan destanındaki, "Buz-Dağ" ın Altay efsanelerindeki Buz-Dağı ile aynı olduğunu ifade etmek istemiyoruz. Gerçi daha sonraki "Boz-Ok" Oğuzlarının yurtlarında da, "Buz-Dağ" adını taşıyan bazı dağlar vardı. Ama mitoloji incelemeleri yapan bir kimsenin, diğer efsaneleri de gözönünde tutarak, karşılaştırmalar yapması, zorunlu görünmelidir. Eski Oğuz yurdunda da Buz-Dağları olabilirdi. Fakat bu dağlar, ne de olsa insanların zihinlerinde, efsaneleşmiş ve gerçek mahiyetlerini kaybetmişlerdi.